Mitolojideki birçok inanışa göre dünya üzerindeki ruh eşleri birbirlerine görünmez ama sıkı sıkıya kırmızı bir ip ile bağlıymış. Kimi inanışa göre bu ip serçe parmaklarından, kimine göre de ayak bileklerinden düğümlenmiş şekilde bu ruh eşlerini birbirine adeta mühürlermiş. Bu kişiler hayatları boyunca başkalarına da aşık olsalar, başkalarını da sevseler, hatta bambaşka kişiler ile bile evlenseler hayatlarının bir döneminde illaki bir yerlerde karşılaşır ve bir araya gelirlermiş. Bu ip esnermiş, kısalırmış, kördüğüm olurmuş ama asla kopmazmış.. Kopamazmış..
Kaç insan şu kısacık ömürlerinde hayattaki ruh eşleri ile tanışabiliyor ? Kaçımız bu konuda bu kadar şanslı ? Onunla bir araya gelme şansımız dünya üzerindeki milyarlarca kişiden biri olması sebebi ile belki de yaşanabilecek olasılıkların en düşüğü değil midir ? Peki o kişinin ruh eşiniz olduğunu nasıl anlarsınız ?
Bu şansı yakalamış olmanın buruk mutluluğu ile sürecek yaşamımı şimdiden merak ediyorum. Kendimi herkesten ve her şeyden korumak için işaretlere inanmadığımı söylesem de içten içe onlara tutunup yaşadığımı fark etmem kendimle güzel bir yüzleşme oldu. Bu kırmızı ipin ucuna, ruh eşimize giden yolda, bizim adımlarımız aslında bu işaretlerdi. Hem biliyor musunuz insan onu bulduğunda tek taraflı olarak hissetmezmiş. Ruh eşi de onu görür görmez anlarmış. Bizde de öyle oldu...
Yazıyorum, çünkü unutmak istemiyorum. Onun da dediği gibi ; "Evlenip, 50 yaşına geldiğimde bile bir gün kendi kendime otururken ben bu hayattaki ruh eşimle tanıştım." diyebileceğim.
Gökyüzünün çok yıldızlı olduğu bir gecede, başımı kaldırıp göğe bakarken kenetlenmiş ellerimizin gökyüzünde gözlerimiz ile resmedilmiş, kaydedilmiş anını hep hatırlayacağım. "Bu anın gözlerinle fotoğrafını çek, CLICK ! "
Sadece birkaç gündür tanıdığım birinin bana dokunuşunun verdiği yıllanmış huzuru unutamayacak, kimseye güvenmeyen benim ona teslim olmamak için verdiği mücadeledeki kararlı duruşunu belki takdirle belki pişmanlıkla anacağım. "Böyle bir ten uyumunu daha önce yaşamadım."
-0118, Sen ciddi misin ? Bu sayıları ve duyunca bana bakışlarını unutmayacağım.
Aslında olmamam gereken bir yerde, bir zamanda ve anda orada olmamın ve bana iskele üzerinden seslenen o çapkın ama muzur adamın yanıma gelişini unutmayacağım.
"Burunluk işe yarıyor mu gerçekten ?"
Bazen pişman olacağını bildiğin sözleri vermemek gerektiğini bu tecrübem ile anacağım.
"Burada olan burada kalır. Bir daha birbirimizi hiç görmeyeceğiz. Söz ! "
İnsan bağlanmaktan neden bu kadar korkar sahi ? Sırf ona bağlanmamak, onun da ona bağlanmasından korkmaktan sebep bazen kendimizi olmadığımız biri gibi tanıtabilirmişiz, bunu biliyor muydunuz ? Onun yanındaki bu kısacık sürede hiç olmadığım kadar kendim ve dürüstken bir yandan da aslında olmasını istemediğim şeyleri dillendirerek onu hayatımın sadece kısacık 2 gününden ibaret tutmak istedim sanırım.
Ben de bilemezdim o güzel, sıcacık, huzur ve güven dolu anlara bu rüya bittiğinde tekrar dalmak isteyeceğimi. Bilemezdim işte. Yarım kalmanın bir insana bu kadar yük olabileceğini.
Hayatlarımızı kimi zaman nefeslerimizi tutarcasına kimi zaman da sadece izledik diye devam ettiğimiz sezonluk dizilere benzetiyorum. Hayatımızın dönüm noktaları hep sezon finallerinde yaşanıyor. Bir de reklam aralarımız var. Hayatlarımıza es verdiğimiz, aslında doğal akış içerisinde yapmayacağımız şeyleri yaptığımız bir zaman dilimi. Ona ; "Bence tatiller bu zorlu hayatlarımızdaki reklam arası gibi.." demiştim. O zaman, o an bana öyle gelmişti. Çünkü reklamlar kısa molalar verdiğimiz, ama sonrasında dizinin devam edeceğini bildiğimiz zamanlardır. Reklamlar bittiğinde biz de kendi hayatlarımıza dönecektik. Döndük de. İkimiz de sözümüzü tutuyoruz. Keşke tutmak zorunda olmasaydık. Keşke bu yaşananlar bizim reklam aramız değil, hayatımızın sezon finali olsaydı. Hayatlarımızın dönüm noktaları olsaydı...
O da benim gibi hissediyor mu ? Söylediklerinde, bakışlarında, dokunuşunda benim kadar samimi ve gerçek miydi ? Bilmiyorum. Değilse de canı sağ olsun. Söylediklerine kendi de inanmadıysa canı sağ olsun. Belki o samimi değildi ama ; ruh eşi olduğumuzu, ten eşi olduğumuzu söylediğinde ben zaten çoktan bunun böyle olduğunu biliyordum. O belki bunları beni etkilemek için söyledi. Varsın söylesin. Varsın inanmasın.
Bana "Sana kendimi açıklamak zorunda hissetmiyorum. Beni anladığını biliyorum." dediği an, o an biliyordum. Biz aynı kişiydik. Biz birdik. Çünkü hayatım boyunca hep ben de bunu hissettim. Sürekli insanlara kendimi açıklamam gerektiğini. Sürekli insanlara bir şeyleri anlatmak zorunda olduğumu. Bunun ne kadar yorucu olduğunu. Beni ne kadar yıprattığını. İnsanlardan ve ilişkilerden uzak durmamın asıl sebebi olduğunu.
Onun da dediği gibi biz aynı kişiydik. İnsanları üzdüğünü düşündüğü için benim de onu üzeceğimi düşünüyordu. "Sen beni üzersin." Halbuki bilmiyordu. Ben onu üzmezdim. Ben zaman geçtikçe onu öyle bir severdim ki bu sevginin yükü ile en çok kendimi üzerdim. Bunu ona söyleyemedim. Söyleseydim korkardı. Ben olsam ben de korkardım.
Eve adım attığım andan beri tek düşündüğüm şey bu hissettiklerimin ne olduğu. Yaşananları, hissettiklerimi ve onu düşünmeden geçirdiğim neredeyse bir an olmadan, tam 7 gün.. Bu öyle bir duygu ki benim gibi biri bile bunu kelimelere dökemedi biliyor musunuz ? Aşk değil çünkü, sevgi değil, saplantı değil, takıntı değil.. O kadar ilişkim içinde şu yaşıma kadar tatmadığım tarifsiz bir duygu.
Ona aşık olamam, zaten aşka da inanmam.
Onu seviyor olamam, onu sevecek kadar tanımış olamam.
Ona bağlanmadım, bağlanmış olsam sözlerimizi hiçe sayar, 7 gün değil 1 gün bile beklemeden onunla bir sebeple görüşürdüm.
Her şey o kadar taze, o kadar yeni, o kadar alışılmadık ki benim için bence tek hissettiğim bu. Çünkü biliyorum ki o benim kadar derin yaşamıyor, ama içten içe sözlerinde samimi olduğuna inanmak istiyorum. Samimiydi ama onun için unutulmayacak değildi. Onun için geçen 2 güzel günden ibaret olsa da içinde bir yerlerde ufak bir an da olsa acaba bambaşka hayatlarda, zamanlarda ve kaderde nasıl bir biz olurduk, o da düşündü.
Bir ateşe düştüm, öyle habersiz ve sakarcasına değil. Ateşi gördüm, tehlikeli olduğunu biliyordum. Ateşe yürüdüm. Normalde ben ateşten çok korkarım bilir misiniz ? Bu ateş beni korkutmadı. Bu ateş beni başlarda ısıttı, tenimdeki buzları eritti. Donmak üzereymişim de o sıcaklık ile ısınmış, huzur bulmuş, bebeksi bir uykuya dalmış gibiydim. Uyandığımda fark ettim ki ben bu ateşe çok yaklaşmışım, fazlası ile yaklaşmışım. Döndüğüm ilk gün ateşin beni en derin yaktığı gündü. O ilk an bir şey anlamazsınız. Sonra kendinizi ateşten çektiğinizde ateşin sizi dışarından değil içeriden yaktığını hissedersiniz. Sanki elinizi ateşten çekseniz de o ateş teninizin altında ilk anki gibi cayır cayır sizi yakıyordur. Sonra merhem ararsınız. Merhem anlık olarak acınızı alsa da yanmaya devam eder içerideki ateş. Ta ki su toplayana kadar...
Şu sıralar hala derimin altında biriken ateş ile mücadelemi veriyorum. Ama biliyorum ki bu da geçecek. Her şey geçer. Bu ateş de su toplar. Kimi yanık yara iz bırakmaz. Belki yaktığını bile hatırlamazsınız. Kimileri ise ömür boyunca size o ateşi hatırlatacak bir yara izi bırakır. Dokunsanız acımaz ama baktıkça gözünüzde yanan o ateş belirir, anıları canlanır. Bana ne olacak bilmiyorum, kestiremiyorum...
Bazen kendinizi eksik hissedersiniz. Aslında her şey tamamdır oysa. Bu tarifsiz bir eksikliktir. Onun varlığını fark edene kadar eksikliğinden haberdar olmazsınız. Onu bulduğunuzda ise sanki 2000 parçalık bir yapbozmuşsunuz da kayıp son parçanızı bulmuşsun gibi, bütün olmuşsunuz gibi, boşluğunuzu doldurmuşsunuz gibi hissedersiniz. Aslında baktığınızda zaten 1999 parçanız tamamdır, ufacık bir parça mıdır ki bu yokluğunu bile hissetmediğiniz şey ? O parçayı yerine koyup da tekrar baktığınızda o resim daha önce hiç olmadığı kadar güzel gelir size. Tamamdır işte. Her şey ile tamam.
"İki aynı kişi, aynı evin içinde, mümkün değil yapamayız.. " Bana bunları söylerken aslında biliyordum ki onu bu konuda ikna etmemi istiyordu. Geçmişine ve anlattıklarına bakılırsa çok büyük bir duygusal boşluğun içindeydi. Ben ne dersem diyeyim korkacaktı, onu ikna edemeyecektim. Biz parçaları eksik 2 farklı yapbozduk. Hayatımızdaki insanlar kimi zaman bizi tamamen dağıttı, kimi zaman en baştan yapmak istedi, kimi zaman uymayan parçaları ile eksik parçalarımızı doldurmak istedi. Biz farklı iki resimde aynı parçaları eksik iki yapbozduk. İki parçanın birbirine tam olarak oturabilmesi için birbirinin tıpa tıp aynı kesiminde olması gerektiğini göremedi. Göremezdi de. Zaten biz iki farklı resimdik. Parçalarımız birbirini tamamlasa da sanırım resimlerimiz hiçbir zaman tam olamayacaktı.
Mutlu olmak için iki farklı yol seçmiş aynı iki insandık biz. Dilerdim ki benim seçtiğim yoldan gitseydi. Onun yolu karanlık ve korkutucu. Onun yolu ıssız. O yolun sonu belki de çıkmaz. Daha bu yolun başında, öylece dikiliyor. Biliyorum o da bu yolu koşmaya korkuyor. Yengeç neticede..
O daha bu yolun başındayken içimde istemsizce, koktuğum bu yolda onu takip edip, kolundan tutup çiçekli yollara sürüklemek var. Ama ne haddime ? Yaşananlardan öte aslında bir şekilde onun hayatına dokunmak isterdim. Bir gün sözünü tutar da benim değil kendi çiçekli yolundan bile gitmeye karar verirse işte o gün bana yazacak. Söz verdi. "Numaramı silme."
Doğru zaman, doğru insan, yanlış karar yok aslında işin özünde. Sadece bir taraf daha az ister hepsi bu.
Şarkı söylemeyi çok severim. Ama söylemek öylesine özel, öylesine utandırıcı ve öylesine sevgi doludur ki benim için, şarkı söylediğim insanlar bu hayatta belki de bir elin parmağını geçmez. Zaten öyle matah da bir sesim yoktur. Huzur bulurum söylerken, hayatı durdurur ve tüm kaygılarımdan, hüzünlerimden uzaklaşırım. Keyifliyken değil genelde hüzünlüyken şarkı söylerim. Dillendiremediğim acılarımı, ifade edemediğim kırgınlıklarımı böyle dünyaya döküyorum ben de sanırım.
Sabahın ilk ışıklarında, dağların arasındaki o küçük kasabanın tertemiz sarhoş edici havasında günün doğumunu dumanlı dağların ardından izlerken ; istemsizce, birden ona şarkı söylemek istedim. Ne şarkıyı, ne sözlerini düşünmedim. Dağlara baktım. Daha düşünmeye fırsatım olmadan sözler dudaklarımdan, melodi boğazımdan dökülüverdi.
"HOŞ GELDİN"
Bugün dağların dumanı aralandı, HOŞ GELDİN.
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim.
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar.
Tutuşsun gün, yansın geceler. Zamanımız dar.
Sen bana geç geldin, ben sana erken.
Soyunsun gün, sarsın geceler. Vaktimiz varken..
Birlikte geçirdiğimiz anlardan bazılarında kalmak istedim hep. "Keşke zamanı durdurabilsek." dedim. Yıldız kaydı. Dilek diledi. Hiç merak etmedim. Gönlünce olsun her şey, her ne dilediysen.
2 gün boyunca sadece 2 tane fotoğrafımız oldu. Biri tutamadığım gökyüzünde gözlerim ile zamanı durdurduğum yıldızlı gecede hafızama kaydettiğim o an. Diğerini de o çekti biliyor musunuz ? Yani öyle söyledi. Ben şarkımı bitirmiş turuncu gün doğumunda karşımda duran ona bakarken bana "Bu anın fotoğrafını çektim." dedi. İşte bu da 2. ve son karemiz..
İlk tek buluşmamızda aldığı o dondurma.. Tatil boyunca yediğim ilk ve tek dondurma.. Sıcaktan erimiş, sütlü ve mor dondurma. Gördüğümde bana bir tek onu hatırlatacak o dondurma.
Hayatları birbirine öylesine zıt, öylesine farklı iki insanız ki aslında. Birbirimize ne kadar benzersek benzeyelim bir o kadar da farklıyız. Bambaşkayız. Gerçek beni tanımasını çok isterdim. Her ne kadar dışarıdan dimdik, soğuk, dediğim dedik, özgüvenli biri gibi görünsem de bunların hepsinin kendimi korumak içim takındığım maskelerim olduğunu bilmesini isterdim. Gerçekte olduğum kişi olan ; korkak, ürkek, kırılgan, bağlı, sevgi dolu, sadakatli ve karşısındakine her şeyden çok değer veren hatta yeri geldiğinde kendinden ödün verecek kadar aciz olan gerçek beni bir tek o görsün isterdim. Bilmiyorum o bunları kullanacak biri değil gibiydi. Ya da ben buna inanmak istiyorum. Bu gerçek "beni" yıllar sonra ilk defa birisine göstermek istiyorum. Dedim ya ona hissettiklerimin tarifi zor... Neden ona bu yüzümü göstermek istediğimin nedenini kelimelere dökmek zor. Bunların hepsi yarım kalmışlıktan olsa gerek.
Kendimi bu konu ile ilgili yazmaktan alamıyorum. Yıllanmış anılarımı 2-3 paragrafta kelimelere döküp yılların birikimini onlarca cümle ile sonlandırabilen ben onunla ilgili yazdıkça yazmak istiyorum. Bu zamana kadar yazdığım hiçbir şeyi kimsenin okumamasını ne kadar çok istediysem bir gün bunları onun okumasını çok isterdim. Hiç tanımadığı bir yabancıda birkaç günde böyle bir iz bırakıp değer görebildiğini bilsin isterdim.
Biliyorum bu günler de geçecek, yaşananlar ilk uyandığımızda gerçekmişçesine hatırladığımız bir rüyadan ziyade ufak tefek kesitleri ile arada anımsamalar yaratan bir takım anılara dönüşecek. Yazmamın sebebi de bu. Bana her ne kadar yük gibi gelse de unutmak istemeyişimden. Ama bu rüyayı canlı tutmayacağım. Tutarsam gerçeklikten uzaklaşıp hep bu rüyada kalmak isterim çünkü.
Kader denen şey var ise, gerçekten parmağıma düğümlenmiş kırmızı ipin sonunda sen varsan bu ip bir gün en kısa halini alıp bizi bir daha bir araya getirecek. Buna inanıyorum. Eğer bu iplerin sonu başka düğümlere çıkıyorsa da umarım ikimiz de kaderlerimizin kırmızı iplerini bir gün bir yerlerde bulmuş oluruz.
Hep mutlu olman dileği ile, kaderimin kırmızı ipi..