28 Mart 2020 Cumartesi

AFORİZMA... MI ?

Franz Kafa “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” derken hayatımın yaşadığım şu dönemini öyle güzel özetlemiş ki. Kendi kendime sordum ; " İyi, güzel ama peki sen kafes misin kuş mu? " Uzunca bir süre düşündüm. Bunlardan biriyim elbet. Peki hangisi olmak isterim? 

Gerçekte ben hem kafestim, hem de kuş. Bir zamanlar, yuva olduğunu düşündüğü kafese kanat çırpan sonrasında kapıları kapatılınca hücreye dönüşen bu kafeste sıkışıp kalmış ürkek bir kuştum. Şimdilerde ise kuşunu aramaya çıkmış bir kafes. 

Olmak istediğim mi ? Onun cevabını ben bile bilmiyorum desem...

Peki ne demek bu kuşunu arayan kafes aforizması? 

Kafes, içinde kuş olmadan bir hiçtir. Onun varlığını anlamlandıran içindeki kuştur. Kuşu olmayan bir kafes kendini anlayamaz, kendi kendini anlamlandıramaz. Varlığının anlamını bulmaya ihtiyaç duyar. Ardından hayatının anlamını bulmak için kuşunu aramaya çıkar. İşte ben de tam olarak böyle bir dönemdeyim. Hayatımın, duygularımın varlık sebebini arıyorum. Mesela etrafımda bu kadar güzel dostlarım, tıkırında giden bir hayatım varken neden yalnız hissettiğimi sorguluyorum. Bu anlamı kime bağladığımı bulmaya çabalıyorum. Bu duyduğum özlem geçmişe mi geleceğe mi bilmiyorum. Kim olsun istiyorum mesela yanımda? Geçmişteki acılarımın baş kahramanları mı yoksa gelecekti duygu katillerim mi beklediklerim ? 

Daha neye duyduğunu bile bilmediğin ama içini yakıp geçen bir özlemin tarifi kelimelere nasıl dökülür mesela? En çok sevildiğimize mi yoksa canımızı yakana mı özlem duyarız? Özlediğimiz, kişi midir yoksa hissettirdikleri mi? Ya da içimizde kurup da hissettiklerimiz mi? Peki ondan hissettiklerimizi mi yoksa ona hissettiklerimizi mi? Ne kadar düşünürsem o kadar cevapsız soru.. 

Bazen kendimi çok küçük hissediyorum. Küçülmüş. Başkaları tarafından küçültülmüş, hem duygusal hem ruhsal... İnsanlar ne zaman bu kadar kötü oldu mesela ? Ne zaman bir insanın duyguları bu kadar değersizleşebildi bir başkasının gözünde? İnsanların birbirlerine insanlık anlamında bile sevgisi kalmamış günümüzde. Kendimi bazen olmam gerekenden bile daha olgun hissediyorum birilerinin karşısında. Öyle ki, yok diyorum bu iş bu çocukla olmaz. 
Çocuk kelimesini tüm anlamıyla üstünde taşıyan adam görünümlü çocuk karakterlilerden korkmak gerekmiş. Bakın çocuk ruhlu demiyorum, karakterli diyorum. Ruh başkadır karakter başka. Çünkü çocuk karakterliler tıpkı bir çocuk gibi, oyuncakçıda gördüğü ve o an için ona dünyanın en güzel oyuncağı gibi gözüken oyuncağı almak için elinden gelen her şeyi yaparlar. Annelerine kendilerini sevdirmek için her türlü şebekliği yapar, bir daha asla yaramazlık yapmayacaklarına yemin ederler. Güzellik işe yaramazsa da kendilerini yerden yere atıp, ağlayıp, sızlayıp ama nihayetinde o oyuncağı aldırırlar. 

Günümüz çocuk karakterli adamları da adeta bir çocuktan akıl almışçasına bunu taktik edinmişler. Oldukları adamı değil, olması gerektiğini bildikleri adamları sermişler önümüze. Ta ki oyuncaklarını alana kadar. Almışlar oyuncaklarını ardından bir gün, iki gün , 5 gün, 1 hafta.. Oynamışlar. Oynamışlar ama bir şey olmuş sonrasında. Ne mi olmuş? Oyuncakçının vitrinine "dünyanın en güzel oyuncağı" gelmiş. Elindeki oyuncak eskimiş. Aslında onun hiçbir özelliği yokmuş ki neden istemiş en başında bu oyuncağı? Bu oyuncağı istemek için aptal olmak lazımmış. Artık sıkılmış o oyuncaktan, bak vitrinde ne güzel yenileri varmış hem. Ve çocuk yine ağlamaya başlamış vitrindeki oyuncak için.

Bu devran da hep böyle sürüp gitmiş işte. Vitrin olduğu yerde, çocuk büyümekte... ama oyuncaklar hep değişmekte. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne düşünüyorsun ?