18 Mayıs 2020 Pazartesi

Sizinle ,duygusal olarak, tanışmış mıydık ?


Gördüm ki insan oğlu bazen karşısındakinin de sıradan biri olduğunu unutabiliyor, olmayacak anlamlar ile karşı tarafı adeta "aklındaki" insan zannediyor. Çünkü bazen karşı tarafla, kimi zaman tek taraflı, öylesine güçlü bağlar kurduğumuzu hissediyoruz ki, o insanı gerçekten "tanıdığımıza" inanıyoruz.


Halbuki durum hiç de öyle değil.

Duygusal ilişkilerden bahsedelim biraz mesela. İlişkilerimizde partnerimizi tanıdığımızı zannetmemiz fakat aslında onu hiç de düşündüğümüz kadar tanımadığımızı fark etmemiz.. Yaşamayan var mı bunu ? Zaten günümüzde de çoğu "balon" ilişkiler bu sebeple patlamıyor mu ? Benim gözümde balon ilişki dediğimiz şey aslında tam olarak da bu. Birbirini anladığını, tanıdığını sanan kişilerin "birliktelik çabası". Birbirinizi anladığınızı ve birbirinize göre olduğunuzu sanırsınız. Buna inanmak istersiniz. Genellikle  ilişkinin ilk zamanlarında oynanmaya çalışılan bu "Pollyanna" oyunu, balonun yüksek bir ivme ile şişmesi demektir aslında. O balon şişer, şişer, şişer... ve bir an gelir. O an her iki tarafın da acı olan o gerçekle yüzleştiği bir olay gerçekleşir.. ve o balon patlar. 

İlişkideki çoğu problemin, hatta belki de ayrılık sebeplerinin kök nedeninin bu olduğunu görmek geç olsa da, kazanılan tecrübeler listemde yerini aldı çoktan. 

"İnsanları tanıdığını sanmak"

Bu olay örgüsü aynı yazarın elinden çıkmışcasına farklı hayatlarda, farklı zamanlarda, farklı duygularda tekerrür ediyor aslında...

Birini görüyorsunuz önce, dikkatinizi çekiyor. Belki dünyanın en güzeli / yakışıklısı değil ama sizin çekim alanınıza girdi bir kere. Tanımak istiyorsunuz onu, öğrenmek istiyorsunuz. Hayat görüşlerini, tutkularını, ideallerini.. Anlatsın istiyorsunuz.. En kısa zamanda duygusal olarak tanışmak, o dışarıdan görünüşünün ardında yatan gerçek onu öğrenmek istiyorsunuz. 

Tanıdığınız biri bile olsa bir insanla normal bir tanışıklıkta olmak ile o insanı duygusal olarak tanımak arasında büyük bir fark olduğuna inananlardanım ben. Hoşlanılan kişiye duyulan en büyük arzu da zaten ; duygusal olarak o kişiyi tanımak, o kişinin duyguları ile tanışmak olmuyor mu böyle durumlarda?  Aslında biliyorum ki hepimiz aynı yollardan, aynı arzulardan geçtik. Ben sadece kimimizin anlamlandırmakta zorlandığı bu arzuyu adlandırdım, belki de bir karaktere büründürdüm. 

Neyse ne diyorduk, 

Heh. Duygusal olarak tanışmak arzusu içinde yanıp tutuşuyorsunuz. Bu süre zarfında da istemsiz şekilde hayaller dünyası alıyor içine sizi.. Dış görünüşünden, hareketlerinden, davranışlarından, yorumlarından kendinizce anlamlar çıkarmaya başlıyorsunuz. Farkında olmadan olmasını istediğiniz karakterleri biçiyorsunuz o kişiye. Sonra hayat bu ya bir takım hareketlerini görüyorsunuz ve aklınızda kurduğunuz şeylere kanıt olarak onlara tutunuyorsunuz.

"Bunun için böyle söyledi, demek ki en sevdiği yemek bu. Kulaklığından şu müzik geliyordu demek ki müzik zevki böyle. Bir konuda şöyle bir yorum yaptı demek ki hayat görüşü bu yönde.. Zaten ben de öyle olduğunu düşünmüştüm.

Ya da düşüncelerinize o kadar inanıyorsunuz ki durum bir süre sonra artık şuna dönüşüyor :

"O şimdi böyle böyle söyledi ama, o öyle biri değil bence bunu demek istemedi." 
İşte en tehlikelisi de bu.. 

Farkında değilsiniz ama kendinizce, beğendiğiniz bedenlere aslında olmasını istediğiniz ruhları yerleştiriyorsunuz. 

İşte insanların karmaşık ve anlaşılamaz olduğunu size düşündüren de bu oluyor. Ben karşımdaki hiç kimseye böyle yaklaşmamış olsam da bana bu şekilde yaklaşıldığını anladığım gün aslında insanları anlamakta zorlananın ben değil, beni anlamak istemeyenlerin onlar olduğunu öğrenmiş oldum. Çünkü o insanların hiç biri aslında benimle duygusal olarak tanışmak istememişti. O insanlar zaten beni tanıdıklarına inanmışlardı.

Hayat çıkarımlar üzerine kurulu, bolca yanılmacalı kimi zaman da olur olmadık kapılmacalı bir lunapark gibidir. Lunaparklardaki o değişik aynalar gibidir insalar da aslında. Hangisinin karşına geçerseniz geçin hiç bir zaman aynı değilsinizdir. Kimi sizi şişman gösterir, kimisi sizi kısa, kimisi zayıf.. Karşısına geçtiğimiz çoğu insanın gözünde de işte tam olarak böyleyizdir. Çünkü insanlar sizi nasıl görmek isterlerse öyle görürler. Ön yargılar, inançlar, duygular.. Hepsi birer etken olsa da sizinle duygusal olarak tanışmamış her insanın gözünde tamamı ile bambaşka insanlarız işte.. 

Keşke insanlar olarak karşımızdaki insanların kafamızdakilerden öte, buz dağının görünmeyen tarafındaki uçsuz bucaksık güzelliklere sahip olabileceklerini düşünebilsek. Her süslü hediye paketinin altından en pahalı hediyelerin çıkmayacağını, yosun tutmuş istiridyelerin içinden çıkabilecek pırlantalar olduğunu farkına varabilsek. 

Keşke diyorum mesela kitapları kapaklarına göre yargılamaktan vazgeçsek, peşin hükümlü olmaktan sıyırabilsek kendimizi. Afişlerden yola çıkıp filimeri kötülemesek, en azından birkaç sahnesine dahil olabilsek, ne attığını anlamaya çalışabilsek. 

Hayat mı bizi bu hale getiren yoksa hep en iyi olma çabasından mı bu ikilem tam olarak sebebi ne bir türlü çözemedim esasında.  Sadece ufak bir çaba, ufacık bir teşebbüs diyorum. Bu kadar zor olmamalı birbirimizi yargısız sevebilmek, kabullenebilmek. Karşımızdakinin çamurlu ayakkabılarına değil güzel gülüşüne odaklanabilmek. Onları oldukları kişi olarak kabullenebilmek. Esasında zor değil bu kadar insan olabilmek. 

Çünkü iyi biri olmak gerçekten bu kadar kolay. Çaba sarfetmeksizin iyiliğin büyüsüne kapalıp insanları büyüleyebiliriz kolayca belki. Fakat kötü olmak için bu kadar çabaya değer mi sahi ? 

ÇENGEL BULMACA

İnsanları anlamak mıdır bu kadar zor olan yoksa karmaşık bir bulmaca gibi önümüze koydukları karakterleri mi insanların bizi zorlayan ? 

Yıllarca tanıdığım, hayatıma dokunmuş ya da hayatımın kıyısından köşesinden bir şekilde bana "merhaba" demiş her insanda kendime bu soruyu sormuş ve asla doğru olan bir yanıt bulamamıştım kendi içimde. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Sonraları "kendimce" doğru olan yanıtı bulduğuma inandım

"İnsanları anlamak zor, sorun sende. Herkes kendi gibi yaşarken bu hayatı, sen bu sıradan insanlara fazla anlam yüklüyorsun... Sonraları bu yüklediğin anlamlar öyle bir arap saçına dönüyor ki, artık insanlar içinden çıkılmaz bir hale gelirken, sen karşı tarafı anlayamaz oluyorsun." 

Doğru olduğuna inandığım diyorum çünkü sonraları doğru yanıtın bu olmadığını anladım. 

İnanları anlamanın zor olduğunu düşündüğüm sıralarda, o kişileri adeta bir bulmaca gibi görüyordum. Bazen karşıma öyle karakterler, öyle farklı ve merak uyandıran ruhlar çıkıyordu ki onların bulmacalarında kaybolmaktan zevk alır oluyordum. Bazense  kendimi öylesine yorgun, öylesine bitkin hissediyorum ki elim gitmiyordu o bulmacaya. Zamanında kendimi çözmeye adadığım bulmacaların arasında kaybolmaktan sebep sanırım bu yorgunluk.Öyle ki çıkışı asla var olmamış ve var olmayacak bir labirentte kaybolmuş beni kuş bakışı seyretmek gibi bu. Sonu olmadığını bile bile devam etmek. 

Bazıları vardı ki isteyip de erişemediğim, sorularını bile görme fırsatı verilmemiş olanlardı. Onlar duygusuz olanlardı işte. Kendilerini dünyanın en zor bulmacası sanıp aslında ne kadar basit olduklarını farkında bile olamayanlar. Şimdi düşünüyorum da görmeye de pek değer değillermiş sanki. Ah bir de ne kadar çabalasam da ulaşamayacak olduklarım var. Onlar ki daha henüz tarafımdan yazılmamış bulmacalar. Sahi kim ki onlar?

Her bir hayat, her bir ruh çözülmeyi bekleyen bir bulmaca sanki. Hangimiz değiliz ki ? Hepimizin kendimize bile itiraf etmekten korkutuğu öyle şeyler var ki, bazen birisi gelsin ve çözsün istiyoruz bunu. Bizim sesimizi çıkaramadığımız, içimizi kaplayan birçok duygunun sözcüsü olsunlar. Bağırsınlar istiyoruz bizim cesaret edemediklerimiz için. Sesimiz olsunlar istiyoruz, konuşmaması için azar yemiş küçük bir çocuk misali içimizdeki kuytu köşelere sinmiş gerçek sesimizin yerine.

Aslında en babayiğidimiz bile içten içe bir korkak da kendisinin bile haberi yok.

İnsan işte, bazen konuşamıyor. Dili de olsa, sesi de olsa konuşamıyor. Kaygılarımızın sesimize galip geldiği savaşlar bunlar. İçimizdeki savaşlar... Dalgalarda alabora olan gemilerimiz. Başımıza yıkılan evlerimiz. Kaygılarımız işte bu kadar güçlüler. Yenmek zor onları. Sinsi bir hastalık gibi içimizi ufak ufak kemirirler. Bir bakmışsınız ortada siz kalmamışsınız.

Kaygılarına direnerek yaşamak nasıldır sahi ? Bunu hep merak etmişimdir. Kaygılarına yenilmeden, korkularına teslim olmadan, iç sesi cesaretli kaç kişi vardır acaba ? Zor işler bunlar üstat... Zor.. Zaten kaçırdığımız birçok fırsatın, tadamadığımız birçok duygunun sebebi de bu kaygı dediğimiz küçük yatak altı canavarları değil midir ? Kimi zaman en mutlu zamanınızda, kimi zamanda sıkıntılı anlarınızda tuz biber olmak için ortaya çıkan, tek amacı hayatımızı örselemek olan küçük, minik yatak altı canavarları. Yatağınızın altında olduğunu bildiğiniz halde her gece yatağınıza yatmanız gibi, hep orada olduğunu bildiğiniz kötü bir duygu işte...

Biz insanlar kaygısız yaşamayı öğrendiğimiz gün, işte o gün yaşamanın ne demek olduğunu anlayacağız belki... Kaygısız hayatın mümkün olmadığını sizler kadar ben de farkındayım. Buraya elbette Pollyannacılık oynamaya da gelmedim. Ekonomik, ailevi, ilişkisel birçok kaygımız  kimi zaman teke tek, kimi zaman da ordular gibi fethetme güdüsü ile topluca saldırıya geçer bizlere. Kaygısız insan varsa bu hayatta bu işin sırrını bizimle paylaşsın lütfen. Fakat böylesinin mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Acaba doğru olan kaygılarımızı yok etmekten ziyade onlar ile yaşamayı öğrenmek midir ?

Hepimiz kazanamayacağımızı bildiğimiz bir savaş içerisindeyiz aslında. İnatla bu savaşa devam ediyor her seferinde kaygılarımızla yüzleşmek, onlarla yaşamayı öğrenmekten ziyade yok etme iç güdüsü ile onlara saldırıyoruz. Ya doğru cevap aslında buysa. Ya onlarla savaşmak yerine bir olmak tek çözümse ? Bingo ! 

E çözümü bulduk da, bizde bunu yapacak cesaret var mı ki ?