18 Mayıs 2020 Pazartesi

Sizinle ,duygusal olarak, tanışmış mıydık ?


Gördüm ki insan oğlu bazen karşısındakinin de sıradan biri olduğunu unutabiliyor, olmayacak anlamlar ile karşı tarafı adeta "aklındaki" insan zannediyor. Çünkü bazen karşı tarafla, kimi zaman tek taraflı, öylesine güçlü bağlar kurduğumuzu hissediyoruz ki, o insanı gerçekten "tanıdığımıza" inanıyoruz.


Halbuki durum hiç de öyle değil.

Duygusal ilişkilerden bahsedelim biraz mesela. İlişkilerimizde partnerimizi tanıdığımızı zannetmemiz fakat aslında onu hiç de düşündüğümüz kadar tanımadığımızı fark etmemiz.. Yaşamayan var mı bunu ? Zaten günümüzde de çoğu "balon" ilişkiler bu sebeple patlamıyor mu ? Benim gözümde balon ilişki dediğimiz şey aslında tam olarak da bu. Birbirini anladığını, tanıdığını sanan kişilerin "birliktelik çabası". Birbirinizi anladığınızı ve birbirinize göre olduğunuzu sanırsınız. Buna inanmak istersiniz. Genellikle  ilişkinin ilk zamanlarında oynanmaya çalışılan bu "Pollyanna" oyunu, balonun yüksek bir ivme ile şişmesi demektir aslında. O balon şişer, şişer, şişer... ve bir an gelir. O an her iki tarafın da acı olan o gerçekle yüzleştiği bir olay gerçekleşir.. ve o balon patlar. 

İlişkideki çoğu problemin, hatta belki de ayrılık sebeplerinin kök nedeninin bu olduğunu görmek geç olsa da, kazanılan tecrübeler listemde yerini aldı çoktan. 

"İnsanları tanıdığını sanmak"

Bu olay örgüsü aynı yazarın elinden çıkmışcasına farklı hayatlarda, farklı zamanlarda, farklı duygularda tekerrür ediyor aslında...

Birini görüyorsunuz önce, dikkatinizi çekiyor. Belki dünyanın en güzeli / yakışıklısı değil ama sizin çekim alanınıza girdi bir kere. Tanımak istiyorsunuz onu, öğrenmek istiyorsunuz. Hayat görüşlerini, tutkularını, ideallerini.. Anlatsın istiyorsunuz.. En kısa zamanda duygusal olarak tanışmak, o dışarıdan görünüşünün ardında yatan gerçek onu öğrenmek istiyorsunuz. 

Tanıdığınız biri bile olsa bir insanla normal bir tanışıklıkta olmak ile o insanı duygusal olarak tanımak arasında büyük bir fark olduğuna inananlardanım ben. Hoşlanılan kişiye duyulan en büyük arzu da zaten ; duygusal olarak o kişiyi tanımak, o kişinin duyguları ile tanışmak olmuyor mu böyle durumlarda?  Aslında biliyorum ki hepimiz aynı yollardan, aynı arzulardan geçtik. Ben sadece kimimizin anlamlandırmakta zorlandığı bu arzuyu adlandırdım, belki de bir karaktere büründürdüm. 

Neyse ne diyorduk, 

Heh. Duygusal olarak tanışmak arzusu içinde yanıp tutuşuyorsunuz. Bu süre zarfında da istemsiz şekilde hayaller dünyası alıyor içine sizi.. Dış görünüşünden, hareketlerinden, davranışlarından, yorumlarından kendinizce anlamlar çıkarmaya başlıyorsunuz. Farkında olmadan olmasını istediğiniz karakterleri biçiyorsunuz o kişiye. Sonra hayat bu ya bir takım hareketlerini görüyorsunuz ve aklınızda kurduğunuz şeylere kanıt olarak onlara tutunuyorsunuz.

"Bunun için böyle söyledi, demek ki en sevdiği yemek bu. Kulaklığından şu müzik geliyordu demek ki müzik zevki böyle. Bir konuda şöyle bir yorum yaptı demek ki hayat görüşü bu yönde.. Zaten ben de öyle olduğunu düşünmüştüm.

Ya da düşüncelerinize o kadar inanıyorsunuz ki durum bir süre sonra artık şuna dönüşüyor :

"O şimdi böyle böyle söyledi ama, o öyle biri değil bence bunu demek istemedi." 
İşte en tehlikelisi de bu.. 

Farkında değilsiniz ama kendinizce, beğendiğiniz bedenlere aslında olmasını istediğiniz ruhları yerleştiriyorsunuz. 

İşte insanların karmaşık ve anlaşılamaz olduğunu size düşündüren de bu oluyor. Ben karşımdaki hiç kimseye böyle yaklaşmamış olsam da bana bu şekilde yaklaşıldığını anladığım gün aslında insanları anlamakta zorlananın ben değil, beni anlamak istemeyenlerin onlar olduğunu öğrenmiş oldum. Çünkü o insanların hiç biri aslında benimle duygusal olarak tanışmak istememişti. O insanlar zaten beni tanıdıklarına inanmışlardı.

Hayat çıkarımlar üzerine kurulu, bolca yanılmacalı kimi zaman da olur olmadık kapılmacalı bir lunapark gibidir. Lunaparklardaki o değişik aynalar gibidir insalar da aslında. Hangisinin karşına geçerseniz geçin hiç bir zaman aynı değilsinizdir. Kimi sizi şişman gösterir, kimisi sizi kısa, kimisi zayıf.. Karşısına geçtiğimiz çoğu insanın gözünde de işte tam olarak böyleyizdir. Çünkü insanlar sizi nasıl görmek isterlerse öyle görürler. Ön yargılar, inançlar, duygular.. Hepsi birer etken olsa da sizinle duygusal olarak tanışmamış her insanın gözünde tamamı ile bambaşka insanlarız işte.. 

Keşke insanlar olarak karşımızdaki insanların kafamızdakilerden öte, buz dağının görünmeyen tarafındaki uçsuz bucaksık güzelliklere sahip olabileceklerini düşünebilsek. Her süslü hediye paketinin altından en pahalı hediyelerin çıkmayacağını, yosun tutmuş istiridyelerin içinden çıkabilecek pırlantalar olduğunu farkına varabilsek. 

Keşke diyorum mesela kitapları kapaklarına göre yargılamaktan vazgeçsek, peşin hükümlü olmaktan sıyırabilsek kendimizi. Afişlerden yola çıkıp filimeri kötülemesek, en azından birkaç sahnesine dahil olabilsek, ne attığını anlamaya çalışabilsek. 

Hayat mı bizi bu hale getiren yoksa hep en iyi olma çabasından mı bu ikilem tam olarak sebebi ne bir türlü çözemedim esasında.  Sadece ufak bir çaba, ufacık bir teşebbüs diyorum. Bu kadar zor olmamalı birbirimizi yargısız sevebilmek, kabullenebilmek. Karşımızdakinin çamurlu ayakkabılarına değil güzel gülüşüne odaklanabilmek. Onları oldukları kişi olarak kabullenebilmek. Esasında zor değil bu kadar insan olabilmek. 

Çünkü iyi biri olmak gerçekten bu kadar kolay. Çaba sarfetmeksizin iyiliğin büyüsüne kapalıp insanları büyüleyebiliriz kolayca belki. Fakat kötü olmak için bu kadar çabaya değer mi sahi ? 

ÇENGEL BULMACA

İnsanları anlamak mıdır bu kadar zor olan yoksa karmaşık bir bulmaca gibi önümüze koydukları karakterleri mi insanların bizi zorlayan ? 

Yıllarca tanıdığım, hayatıma dokunmuş ya da hayatımın kıyısından köşesinden bir şekilde bana "merhaba" demiş her insanda kendime bu soruyu sormuş ve asla doğru olan bir yanıt bulamamıştım kendi içimde. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Sonraları "kendimce" doğru olan yanıtı bulduğuma inandım

"İnsanları anlamak zor, sorun sende. Herkes kendi gibi yaşarken bu hayatı, sen bu sıradan insanlara fazla anlam yüklüyorsun... Sonraları bu yüklediğin anlamlar öyle bir arap saçına dönüyor ki, artık insanlar içinden çıkılmaz bir hale gelirken, sen karşı tarafı anlayamaz oluyorsun." 

Doğru olduğuna inandığım diyorum çünkü sonraları doğru yanıtın bu olmadığını anladım. 

İnanları anlamanın zor olduğunu düşündüğüm sıralarda, o kişileri adeta bir bulmaca gibi görüyordum. Bazen karşıma öyle karakterler, öyle farklı ve merak uyandıran ruhlar çıkıyordu ki onların bulmacalarında kaybolmaktan zevk alır oluyordum. Bazense  kendimi öylesine yorgun, öylesine bitkin hissediyorum ki elim gitmiyordu o bulmacaya. Zamanında kendimi çözmeye adadığım bulmacaların arasında kaybolmaktan sebep sanırım bu yorgunluk.Öyle ki çıkışı asla var olmamış ve var olmayacak bir labirentte kaybolmuş beni kuş bakışı seyretmek gibi bu. Sonu olmadığını bile bile devam etmek. 

Bazıları vardı ki isteyip de erişemediğim, sorularını bile görme fırsatı verilmemiş olanlardı. Onlar duygusuz olanlardı işte. Kendilerini dünyanın en zor bulmacası sanıp aslında ne kadar basit olduklarını farkında bile olamayanlar. Şimdi düşünüyorum da görmeye de pek değer değillermiş sanki. Ah bir de ne kadar çabalasam da ulaşamayacak olduklarım var. Onlar ki daha henüz tarafımdan yazılmamış bulmacalar. Sahi kim ki onlar?

Her bir hayat, her bir ruh çözülmeyi bekleyen bir bulmaca sanki. Hangimiz değiliz ki ? Hepimizin kendimize bile itiraf etmekten korkutuğu öyle şeyler var ki, bazen birisi gelsin ve çözsün istiyoruz bunu. Bizim sesimizi çıkaramadığımız, içimizi kaplayan birçok duygunun sözcüsü olsunlar. Bağırsınlar istiyoruz bizim cesaret edemediklerimiz için. Sesimiz olsunlar istiyoruz, konuşmaması için azar yemiş küçük bir çocuk misali içimizdeki kuytu köşelere sinmiş gerçek sesimizin yerine.

Aslında en babayiğidimiz bile içten içe bir korkak da kendisinin bile haberi yok.

İnsan işte, bazen konuşamıyor. Dili de olsa, sesi de olsa konuşamıyor. Kaygılarımızın sesimize galip geldiği savaşlar bunlar. İçimizdeki savaşlar... Dalgalarda alabora olan gemilerimiz. Başımıza yıkılan evlerimiz. Kaygılarımız işte bu kadar güçlüler. Yenmek zor onları. Sinsi bir hastalık gibi içimizi ufak ufak kemirirler. Bir bakmışsınız ortada siz kalmamışsınız.

Kaygılarına direnerek yaşamak nasıldır sahi ? Bunu hep merak etmişimdir. Kaygılarına yenilmeden, korkularına teslim olmadan, iç sesi cesaretli kaç kişi vardır acaba ? Zor işler bunlar üstat... Zor.. Zaten kaçırdığımız birçok fırsatın, tadamadığımız birçok duygunun sebebi de bu kaygı dediğimiz küçük yatak altı canavarları değil midir ? Kimi zaman en mutlu zamanınızda, kimi zamanda sıkıntılı anlarınızda tuz biber olmak için ortaya çıkan, tek amacı hayatımızı örselemek olan küçük, minik yatak altı canavarları. Yatağınızın altında olduğunu bildiğiniz halde her gece yatağınıza yatmanız gibi, hep orada olduğunu bildiğiniz kötü bir duygu işte...

Biz insanlar kaygısız yaşamayı öğrendiğimiz gün, işte o gün yaşamanın ne demek olduğunu anlayacağız belki... Kaygısız hayatın mümkün olmadığını sizler kadar ben de farkındayım. Buraya elbette Pollyannacılık oynamaya da gelmedim. Ekonomik, ailevi, ilişkisel birçok kaygımız  kimi zaman teke tek, kimi zaman da ordular gibi fethetme güdüsü ile topluca saldırıya geçer bizlere. Kaygısız insan varsa bu hayatta bu işin sırrını bizimle paylaşsın lütfen. Fakat böylesinin mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Acaba doğru olan kaygılarımızı yok etmekten ziyade onlar ile yaşamayı öğrenmek midir ?

Hepimiz kazanamayacağımızı bildiğimiz bir savaş içerisindeyiz aslında. İnatla bu savaşa devam ediyor her seferinde kaygılarımızla yüzleşmek, onlarla yaşamayı öğrenmekten ziyade yok etme iç güdüsü ile onlara saldırıyoruz. Ya doğru cevap aslında buysa. Ya onlarla savaşmak yerine bir olmak tek çözümse ? Bingo ! 

E çözümü bulduk da, bizde bunu yapacak cesaret var mı ki ? 

28 Mart 2020 Cumartesi

AFORİZMA... MI ?

Franz Kafa “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” derken hayatımın yaşadığım şu dönemini öyle güzel özetlemiş ki. Kendi kendime sordum ; " İyi, güzel ama peki sen kafes misin kuş mu? " Uzunca bir süre düşündüm. Bunlardan biriyim elbet. Peki hangisi olmak isterim? 

Gerçekte ben hem kafestim, hem de kuş. Bir zamanlar, yuva olduğunu düşündüğü kafese kanat çırpan sonrasında kapıları kapatılınca hücreye dönüşen bu kafeste sıkışıp kalmış ürkek bir kuştum. Şimdilerde ise kuşunu aramaya çıkmış bir kafes. 

Olmak istediğim mi ? Onun cevabını ben bile bilmiyorum desem...

Peki ne demek bu kuşunu arayan kafes aforizması? 

Kafes, içinde kuş olmadan bir hiçtir. Onun varlığını anlamlandıran içindeki kuştur. Kuşu olmayan bir kafes kendini anlayamaz, kendi kendini anlamlandıramaz. Varlığının anlamını bulmaya ihtiyaç duyar. Ardından hayatının anlamını bulmak için kuşunu aramaya çıkar. İşte ben de tam olarak böyle bir dönemdeyim. Hayatımın, duygularımın varlık sebebini arıyorum. Mesela etrafımda bu kadar güzel dostlarım, tıkırında giden bir hayatım varken neden yalnız hissettiğimi sorguluyorum. Bu anlamı kime bağladığımı bulmaya çabalıyorum. Bu duyduğum özlem geçmişe mi geleceğe mi bilmiyorum. Kim olsun istiyorum mesela yanımda? Geçmişteki acılarımın baş kahramanları mı yoksa gelecekti duygu katillerim mi beklediklerim ? 

Daha neye duyduğunu bile bilmediğin ama içini yakıp geçen bir özlemin tarifi kelimelere nasıl dökülür mesela? En çok sevildiğimize mi yoksa canımızı yakana mı özlem duyarız? Özlediğimiz, kişi midir yoksa hissettirdikleri mi? Ya da içimizde kurup da hissettiklerimiz mi? Peki ondan hissettiklerimizi mi yoksa ona hissettiklerimizi mi? Ne kadar düşünürsem o kadar cevapsız soru.. 

Bazen kendimi çok küçük hissediyorum. Küçülmüş. Başkaları tarafından küçültülmüş, hem duygusal hem ruhsal... İnsanlar ne zaman bu kadar kötü oldu mesela ? Ne zaman bir insanın duyguları bu kadar değersizleşebildi bir başkasının gözünde? İnsanların birbirlerine insanlık anlamında bile sevgisi kalmamış günümüzde. Kendimi bazen olmam gerekenden bile daha olgun hissediyorum birilerinin karşısında. Öyle ki, yok diyorum bu iş bu çocukla olmaz. 
Çocuk kelimesini tüm anlamıyla üstünde taşıyan adam görünümlü çocuk karakterlilerden korkmak gerekmiş. Bakın çocuk ruhlu demiyorum, karakterli diyorum. Ruh başkadır karakter başka. Çünkü çocuk karakterliler tıpkı bir çocuk gibi, oyuncakçıda gördüğü ve o an için ona dünyanın en güzel oyuncağı gibi gözüken oyuncağı almak için elinden gelen her şeyi yaparlar. Annelerine kendilerini sevdirmek için her türlü şebekliği yapar, bir daha asla yaramazlık yapmayacaklarına yemin ederler. Güzellik işe yaramazsa da kendilerini yerden yere atıp, ağlayıp, sızlayıp ama nihayetinde o oyuncağı aldırırlar. 

Günümüz çocuk karakterli adamları da adeta bir çocuktan akıl almışçasına bunu taktik edinmişler. Oldukları adamı değil, olması gerektiğini bildikleri adamları sermişler önümüze. Ta ki oyuncaklarını alana kadar. Almışlar oyuncaklarını ardından bir gün, iki gün , 5 gün, 1 hafta.. Oynamışlar. Oynamışlar ama bir şey olmuş sonrasında. Ne mi olmuş? Oyuncakçının vitrinine "dünyanın en güzel oyuncağı" gelmiş. Elindeki oyuncak eskimiş. Aslında onun hiçbir özelliği yokmuş ki neden istemiş en başında bu oyuncağı? Bu oyuncağı istemek için aptal olmak lazımmış. Artık sıkılmış o oyuncaktan, bak vitrinde ne güzel yenileri varmış hem. Ve çocuk yine ağlamaya başlamış vitrindeki oyuncak için.

Bu devran da hep böyle sürüp gitmiş işte. Vitrin olduğu yerde, çocuk büyümekte... ama oyuncaklar hep değişmekte. 

#ETİKET

Bazen insan hislerinin kaynağını bir türlü açıklayamazdır ya hani... Seviyorum demek istersin “Evet bu sevgi olabilir belki de” diye düşünmeye başlarsın. Ama bilirsin, bu bir sevgi değildir. Sevgi büyüktür, hislerin en kıymetlisidir. Daha kendinin bile ne olduğuna karar veremediğin bir duygu için sevgi demek, sevgi kavramının altını boşaltır, anlamsızlaştırır. Bunu bu temiz duyguya yapamayacağını düşünürsün. Başka cevaplar arayışına girersin.”Hoşlantı mı acaba?” dersin sonra. Kimimiz için hoşlantı bir anlam ifade etse de, benim için içi boş bir kavramdan ibarettir. İnsan nelerden hoşlanır sahi ? Yeni aldığı bir parfüm için de “Çok hoşlandım!” diyebilir, arkadaşları ile daimi olarak takıldığı bir mekan için de “Bu mekan çok hoş !” diyebilir. Genel geçer bir çok kavram ile altı doldurulabilecek ve özel hissettiren bir duygu için kullanılabilecek belki de en son kavramdır hoşlanmak kavramı. Günümüzde “ilişki” dediğimiz şeyi yaşamaya çalışan birçok insan belirli duygular besledikleri partnerlerine belki yüzlerce kez söylüyor ya da platonik duyulan bu hisleri bu iki kelime ile çok kolay bir şekilde açıklıyor olabilse de ben bunu yapamıyorum. Yapamadığım için de günden günde düşüncelerde kayboluyor, belki de kendimi anlamaya çalışırken karşımdaki insanı daha da anlayamaz oluyorum.

Sevmek ve sevilmek belki de bu dünyadaki en güzel duygudur. Bir anne sevgisi, bir eş sevgisi, bir kardeş sevgisi… Sevgi o kadar kıymetli ki aslında, biz insanlar bunu göremedik. Göremedikçe de altını boşalttık sanki çok kolay bulabiliyormuşuz gibi. Bulması da inşa etmesi de, hiç karşılık beklemeden hissedilebilmesi de öyle zor ki... Kıymetini bilmediğimiz birçok şeyin başında geldiğine inanıyorum. Her şeyde olduğu gibi kaybedince anladığımız yegane değerlerden. 

Gel gelelim hissettiğin şeyin ne olduğuna karar verememeye... Sevgi değil, hoşlantı değil. Oradalarda altı boşaltılmış başka bir özel kavram olacaktı sahi neydi o ? Sevginin yanında eşantiyon gibi geldiği düşünülen ve ayrımını tam anlamı ile yapabildiğini kimsede göremediğim o ulvi Aşk kavramı. Aşk neydi peki ? Hislerime bir isim bulmaya çalışırken bir sonraki durağım bu kavram oldu. En sevmediğim kavramların başında gelen bir diğer balon. Aşk vücudumuzdaki hormonların da etkisi ile partnerimize muhakeme, anlama, sorgulama yeteneklerimizi kaybedecek derecede teslim olmaktır aslında. Onun yaptığı hiçbir hatayı görmeden, karşımızda dünyadaki en güzel / en yakışıklı insan  varmışçasına davrandığımız, söylediği her cümleyi sorgulama zahmetine girmeden aklımıza tabiri caiz ise mıhladığımız bir duygu durumudur aslında. 

Onunla dünyadaki tüm zorluklara göğüs gerebileceğini düşünür, yaptığının yanlış olduğunu bilsen de anı yaşamak istediğin ve ilerisini düşünmediğin, tek gerçeğin o olduğuna inandığın, yani bir nevi bir ütopyadaki iki vatandaş olduğunuz bir duygu geçişidir. Ömrü yaklaşık iki ile beş ay kadar süren bu evrenin sonunda belki hayatının en büyük pişmanlıklarına gebe olan bu dönemi nefretle ve lanetle hatırlar belki de hayatında seni geliştiren, seni sen yapan tecrübelerden biri olarak rafına kaldırırsın. Ya da herkes için temenni edeceğim aşktan evrilmiş bir sevgi ile mutluluğu yakalamışsındır. Sonuç her ne olursa olsun, geçmişe dönüp baktığında yaşadığın o evredeki sana sen de çok şaşırırsın. Aşk böyle bir şeydir işte. Seni sen olmaktan alıkoyan, ettiğin yeminleri bozduran ütopik bir duygu selidir. Bu açıklamalara baktığımda hissettiğim şeylerin aşk olmadığını da anlıyorum. 

E peki ne bu Allah’ın cezası duygu?

Gelelim merak konusuna. Bir insan bir insanı neden merak eder ? Neden ilgi alanlarını, hayat görüşünü merak eder. Neden geleceğinde hedeflediği belli başlı durumları öğrenmek ister ? Neden insanın kafasında hep “Acaba hayatında bana da yer var mı ?” sorusunu soran bir kurt dolaşır. Ya da "Benden neden hoşlanmadı ki?” sorusu kalbini kemirip bitirir. Bu merak da ne menem şey canım !

Sorular sordukça birbirini doğurur, duygular düşündükçe içinden çıkılamaz bir hal alır işte böyle durumlarda. Aslında bu kadar muhakemenin sonunda insan şunu fark etmelidir. 

İlla bir etikete mi ihtiyacım var ?

Etiketleme çabası popüler kültürün bize dayattığı bazı normlar sebebi ile bilincimize yerleşmiş ve bize adeta duygularımıza bir isim bulmak zorundaymışız gibi baskı yapan, çevremizdeki boş gürültüden, kafamızdaki susmayan o sesin "Haydi söyle, haydi söyle!" nidalarından ve gereksiz bir tezahürattan ötesi değildir aslında. İnsanın duygularını yaşamak için bir etikete ihtiyacı olmamalıdır. İnsanların "Sen ondan mı hoşlanıyorsun, ona mı aşıksın, onu mu seviyorsun?" gibi duygularını sınıflandırma çabalarına bir başkaldırı olarak sadece "Hayır, ona karşı duygularım var !" diyebilmeli insan. Birine karşı bir duygu beslemek, sınırların içerisinde olduğunda o saflığını ve güzelliğini kaybediyor çünkü. Kim bilir kaç insan bu normlara ayak uydurabilmek için aslında sevmediği kişilere "Seni seviyorum" dedi, kaçı daha gerçek aşkı tatmadan çevresine "Ben galiba aşık oluyorum" diyerek duygularını bile doğru ifade etmeyi beceremedi. 

Aslında en başta yaptığım gibi, ne hissettiğimizi düşünmekten ziyade ne hissetmediğimizin ayrımını yapabilmiş olsaydık, şimdilerde arkada bıraktığımız birçok "başarısız" ve "yara bırakmış" olarak dillendirdiğimiz ilişkilerin iki taraf için de en az zarar ile sonlandırılabileceğini görmüş olurduk. Fakat bu hayatta yaşanan her başarısızlık gelecekteki başarılarımızın temeli, her yara izi gelecekteki mutluluklarımızın habercisidir.

Etiketlerden kurtulabildiğin kadar özgür, sadece duygularını yaşadığın kadar mutlusundur. 


Duygu vs Mantık

Duygular ve mantık arasında kalmak bir insanın belki de başına gelebilecek en zor şeylerden biri olabilir. Sizin için imkansız olduğunu düşündüğünüz birine beslenen hislerin herhangi bir dilde herhangi bir yolla açıklaması yapılabiliyorsa birinin bunu yapması şart gibi. Çünkü benim içimdeki duygu vs mantık savaşının henüz bir galibi yok, olacak gibi de görünmüyor. Bu yüzden bir günü diğer gününü tutmayan ikizler burcu misali yaşıyor bazılarımız hayatlarını. Ah bir de üzerine ikizler burcu iseniz vay halinize. 

Duygu ile mantık arasında geçen savaşın galibi yokmuş gibi görünse de her mantıklı kararımızın ardında bir parça duygusallık, her duygusal kararımızın ardında doğru yaptığımıza kendimizi inandırmak adına bir parça da mantık gizlidir aslında. İçimizde adeta bir savaş içerisinde birbirini yiyen bu ikiliyi birbirleri ile hiç anlaşamayan ama birbirlerinden de kopamayan iki kardeşe benzetiyorum ben. Biri olmazsa kararlarımızın hep bir yanı eksik kalacakmış gibi sanki değil mi? 

Mantıklı bir karar verirken, verdiğimiz bir kararın fazla mantıklı olması sonucunun beklediğimizden farklı çıkması konusunda bazen bizi endişeye sürükleyebilir. Bu durumda devreye giren ve aslında kendimizi bir nevi telkin etmemizi sağlayan özgüven faktörü de aslında bir duygu durumu değil midir? Kendimizi telkin etmemiz de aslında kendimize uyguladığımız bir duygusal destek görevi görür. Ya da tamamen duygularımızla aldığımız gibi gözüken bazı kararları gerçekleştirmeden önce kısa da olsa bir tereddüte düşmemiz aslında kendimizi minik bir mantık süzgeçinden geçirdiğimiz anlamına gelmez mi? 

Peki hiç beklenmedik bir şey olsa? Mesela mantık çerçevesinde imkansız gibi görünen, ama duygularınıza adete bir gitarın telleri ile harikalar yaratırmışçasına dokunan birilerinin varlığında sizce kazanan hangisi olurdu? 

Beynimde bir yerlerde kendimi olmayacağına inandırdığım, ama nedenini bilmediğim bir şekilde çevremdeki çoğu insanla kıyasladığımda tarif edemediğim, açıklamak için lügatımda kelimeler bulamadığım, bir yerlere dokunan ama oraların nereler olduğunu kestiremediğim, içten içe kafamın karıştığını hissettiğim ama beni karışmadığına yemin bile edebileceğim bir duruma sokan bu bir takım küçük çapta hareketlerin açıklamasını bulamıyorum ne beynimde, ne duygularımda. Kimsenin ilgisinden hoşlanmayan ben onun ilgisizliğinde kayboluyor, ilgisinin eksikliğini hissediyorum. Olamayacağına inandığım bir masala, uyumadan önce masallar diyarında olduğunu hayal eden küçük bir çocuk misali sadece anı yaşarcasına inanmak istiyorum bazen. Sonrasında pişman da oluyorum ama. Gerçekleşmeyeceğini bildiğim masallarla, kendimi anlık kandırmalarımla bir yerlere varamayacağımı da biliyorum. 

Mantık tabi ki durmuyor, sessiz kalır mı duygunun karşında. Bazen diyorum ki biriniz kazansın, bitsin bu savaş. Bitsin ki başka destanlar yazılsın şu yüreğimde. Dilim mantığıma tezahüratlar yaparken, gönlüm duygularımı dualar ile uğurluyor. Olmuyor yani bitmiyor bu savaş. Kim bitirecek peki derseniz de dedim ya, henüz bu savaşın bir kazananı olmadı. Belki de tek kaybedeni vardı. Sizdiniz, bizdik, sendin, 

BENDİM...

22 Mart 2020 Pazar

ALDATILMAK

Nasıl aldatıldığımdan önce size aldatılmış olduğumu TDK ile kanıtlamak isterim.
Aldatmak nedir ? TDK bizim için bu durumu bir kaç madde ile şöyle açıklamış ;

1. Beklenmedik bir davranışla yanıltmak.

Kimse onun beni aldatmasını beklemiyor, beni aldattığını duyanlar da inanamıyordu. Buna inanamayanlardan birisi de kendisiydi.

Bu maddeye bir tik koyuyoruz. 

2. Karşısındakinin dikkatsizliğinden, ilgisizliğinden yararlanarak onun üzerinden kazanç sağlamak.

Benimkisi daha çok dikkatsizlikten değil de aşırı bir güvenin getirdiği aptallıktan kaynaklandı diyelim. Uzun bir süre o kızla beni aynı anda kalbinde taşıdığını düşünürsek üzerimden kazanç sağlamış oluyor bence. 

2. maddemiz de onaylandı.

3. Birine verilen sözü tutmamak.

Hep yanında olacağım.
Tik.

4. Yalan söylemek.

Ben sadece seni seviyorum. 
4.Madde de onaylanmıştır. Tik.

5. Bir şeyin görünürdeki durumu, o şeyin niteliği bakımından yanlış bir kanı vermek.

O kız benim kız kardeşim gibidir. Sadece bana hayran. Beni örnek alıyor.

Ensest ilişkilerinde mutluluklar. TİK. 

6. Ayartmak, kötü yola sürüklemek, baştan çıkarmak, iğfal etmek. 
Bu madde daha çok hikayemizdeki o kız arkadaşa ithafen yazılmış olmalı. TİK.

7. Karı ve kocadan biri eşine sadakatsizlik etmek, ihanet etmek.
Allahtan o seviyeye gelmemiştik kendisi ile. Zararın neresinden dönülse kar. TİK.

8. Oyalamak, avutmak.
Ayrıldıktan sonra bile sürekli görüşmemiz. 


8 madde halinde sizlere nasıl adatıldığımı kanıtladığıma göre artık hepimiz bu konuda hem fikir olmuş olmalıyız. Evet aldatılmıştım, hem de çok acı bir şekilde. Çevremdeki herkes aldatıldığımı bana bir şekilde açıklamaya çalışsa da ben ısrarla inanmak istemiyor hala kendi kurduğum dünyamda, olan her şeyi reddetmeye çalışyordum. 

Şimdilerde dönüp bakınca anlıyorum ki aslında korktuğum şey aldatılmış olduğum gerçeği ile yüzleşmek değildi. Ben üzülmekten korkuyordum. Bu hayattaki en büyük korkularından biri sevdiklerini üzmek ve sevildikleri tarafından üzülmek olan biri olarak inkar etmek öylesine kolay öylesine basit bir kaçış yolu olarak gelmişti ki bana... Acılarından kaçmak bu dünyadaki en büyük korkaklıkmış o zamanlar bunu bilmiyordum. Çünkü o zamana kadar hiç böylesine canım yanmamış, hiç böylesine küçük düşürülmemiştim. 

Korktum... İnsanların bana acıyan gözlerle bakmasından korktum. Birkaç hafta önce yanımda olan kişilerin birkaç hafta sonra onların mutluluklarını resmedecek kişiler olduğu gerçeği ile yüzleşmekten korktum. Sadece onun değil çevresindeki herkesin bu oyuna alet olmasından ve beni aptal gibi hissettirecek olmasından korktum. İnsan en çok da acılarından korkar ya, ben o acıların baş rolü olacağımı bilmekten korktum. 

Sadece bana olan sevgisinin bittiğine ve basit bir ayrılık olmuş olduğuna inanmak istedim. Bitti, geçti ve gitti. Ama ne oluyor biliyor musunuz ? Her şeyden çok sizi deliler gibi sevdiğini bildiğiniz kişinin, daha günler önce sevgi ile elinizi tutan kişinin, birçok şeyden vazgeçip hayatınızın merkezine aldığınız o kişinin artık sizi öyle sevmediği gerçeği ile yüzleşiyorsunuz. İnanamıyorsunuz, inanmak istemiyorsunuz. Size “seni sevmeyi seviyorum” diyen kişinin sizi bir başkası için sevmeyi bırakmasına bir türlü inanamıyorsunuz. Gözündeki parlamayı, aşkı, sevgiyi, kimi zaman sizin için göz yaşı döken o gözlerdeki o ışığın sonsuza dek sönmüş olduğuna inanamıyorsunuz. 

Bir daha hiç kimseyi onun kadar sevemeyeceğinize ve hiç kimse tarafından böyle sevilemeyeceğinize öyle bir inanıyorsunuz ki onun yüzüne bile “Emin ol hiç kimse benim seni sevdiğim gibi sevmeyecek bir daha seni.” bile diyebilecek cesareti bulabiliyorsunuz kendinizde. Çünkü bu gerçeğe tutunmak size iyi geliyor. Sonra “Yok yok o kendinde değil, beni hala seviyor ama inkar ediyor çünkü kızgın” diyorsunuz kendi kendinize. Sahi hep size kızgındı son zamanlarda değil mi ? Siz illa ki bir şeyler yapmışsınızdır kızdırmak için onu. Ya da üzmüşsünüzdür. Onun da üzüldüğü için kafası karışmıştır. Suç onda değil ki ! Herkes boşluktayken kafası karışabilir. Onun bu boşluğundan yararlanan o kız tek suçlu. Senin hayatını mahvetmeye çalışan o kız.

Her geçen gün kendinizi yanlış bir şey yapmadığına ikna etmekle geçiyor böyle diye diye... Ama farkında değilsiniz hep bir suçlu arayışındasınız aslında. Bu yaşananlarının sorumluluğunu biri üstlenmeli çünkü. Fakat her günün sonunda yine tek suçlunun kendiniz olduğuna karar verecek kadar aklınızı kaybedebiliyorsunuz. Ben yaptım, onu ben uzaklaştırdım. Ben onu kendi ellerimle o kıza ittim demeye başlıyorsunuz. Sonra ne mi oluyor ? Artık kendinizi kaybediyorsunuz. Kendi elleri ile kendi hayatını mahvetmiş biri olarak hiçbir şeyi hak etmediğinize o kadar inanıyorsunuz ki yaşanan tüm kötü şeylerin sorumluluğunu üstlenecek kadar kendinizi kaybediyorsunuz. İşte hayatınızın dönüm noktası da burası oluyor. Eğer çevrenizde size değer veren hakiki dostlar biriktirmiş, iyi arkadaşlıklar edinebilmiş bir insansanız şanslısınız demektir. Çünkü ben öyle yaptım. Kaybettiğimi düşündüğüm bir şeyin boşluğunu bana değer veren insanlar ile doldurdum. Onlara adeta tutundum. Onlar da bana tutundular. İşte o zaman anlıyor insan, onsuz yapamam dediği birçok kişi hayatından çıktığında onlarsız çok daha mutlu bir insan olabileceğini. Mutluluk kavramını bir insana atfetmeden de mutlu olunabileceğini. 

Olabilirsiniz, çünkü mutlu olmak düşünüldüğü kadar zor değil. Eğer mutluluğu doğru yerde arıyorsanız mutlu olmamak için bir sebebiniz yok.